“Hem sana hem önüme bakamıyorum, biraz duralım mı,” deyiverdim.
“Bilmeem” dedi.
İkinci ‘e’ var mıydı, yok muydu? İkinci ‘e’, varlığı ile yokluğu belli olmayan rüzgârla, yaprakların karşı kaldırımdan bizim tarafa birlikte geçmek için birbirlerine gönderdikleri komutların arasına sıkışmış, incelmiş, yok olmuştu. Yoktu canım, yoktu. İkinci ‘e’ yoksa, karar daha çok bana kalmıştı. Tam duruyordum (yok sahiden duracaktım); telefonu çaldı:
“Tamam, birkaç dakika sonra oradayım. Şu yeni yapılan sitenin hemen arkasındaydı, değil mi?”
“...”
“Ben şuradan sapayım. Aaa, ne çabuk geldik!”
On dakika bile sürmemişti. Nereden mi biliyorum? Bilmiyorum. Lâfın gelişi söyledim. Aslında beş dakika gibi geldi. Kendime dürüst olayım. Kimbilir aynı yoldan kaç kere geçtim. Ne kadar hızlı yürürsem yürüyeyim beş dakika sürmez. Yürümeye başladığımız yerle, ayrıldığımız yer arasındaki yol, hemen herkesin kullandığı yoldu. O da bu yolu istedi; çaresiz kabul ettim.
Niçin çaresizdim? Pekâla arnavut kaldırımlı, şu çok mankenli yeni açılan mağazanın olduğu yolu önerebilirdim veya kaldırımlarında tek kişinin bile zorla yürüdüğü hani okulun kenarından kıvrılan sokağı. Yok, kabul ettim. Mühendis miyim, yok canım ne alâkam olur; kısa yolmuş, çabuk gidilirmiş. Sanki az sayıda, hatta belki bir kere itiraz hakkım vardı ve onu saklamaya karar verdim. Doğru, buna çaresizlik denmez.
Hep O bana sordu. Ben de kısa kısa yanıtlar verdim. Kısa yanıt verirsem tekrar sorardı. Tekrar sorarsa, zevklerini sorularından, sorarken sesinin tonlamasında çıkarıp, Onu daha uzun konuşturacak çağrışımlar yaptırabilirdim aklında. Niye kısa kısa yanıt verdim ki, ya sorduklarının hiç ilgimi çekmediğini düşündüyse.
“Hem sana hem önüme bakamıyorum, şurada biraz soluklansak” dedim.
“Bilmeem” dedi.
On dakika ya sürmüştü ya sürmemişti.
Şu arabalar, bu dar sokaklarda nasıl bu kadar hızlı gidebiliyor? “Küçükken şuraya (okulun kapısını gösterirdim) kale yapardık taşlardan. Araba gelirse, maça ara verirdik” diyebilirdim. “Yaa” derdi. “Yaa,” derdim, “o kadar seyrek geçerdi arabalar.”
Araba kullanırmışcasına önümüzdekilerle aramızdaki mesafeleri kontrol ediyor, yanımızdan biraz daha hızlı yürüyerek geçenler varsa, onlarla yarış edermişcesine, adımlarını sıklaştırıyordu. Ben de sanki aynı arabadaydım; Ona uyuyordum. Birkaç kez yüzüne bakmaya çalıştım.
“Biraz yavaşlayalım mı?” demiş miydim, aklımdan mı geçirdim; o sırada iç çekmemiş miydim? Tabii, tabiii, iç çektim. Çünkü sormuştum kendime: “Neden yavaşlayacaksın?” Kaybettiğimi düşündüğüm zaman içinde yapabileceklerimi görebileceğim bir yere götürüyordu; niye yavaşlayacaktım ki? İşte yine iç çektim; o zaman da çektim kesin. Sormadım canım yavaşlayalım mı, diye.
Bir kaç kere elim eli oldu; saçını düzeltti. Bu sırada kirpiklerini, kulaklarının boyunu, boynunun uzunluğunu seyretmeye çalıştım. Evet, deli cesareti. Yok, aslında geçen günkü telefon konuşmamızdan kalan bir gülmece. Akıllı telefonlardan ne isteriz, diye tartışıyorduk. “Görüyoruz; işitiyoruz; ama dokunamıyoruz” demişti. Ben de hazır-cevabım ya (nerdee? Bu kesin iki ‘e’ ile) “yaparız da” dedim, “şarjı çabuk biter. Bu nedenle, acayip büyük bir pil taşınması gerekir; görenler ‘hah haa, birisine dokunacak bu’ derler, ‘abi, uyyop, sana bir helikopter vereyim, git-gör-dokun be’ derler” dedim. Gülmüştük, hem de çok gülmüştük. Gözünden yaş kesin gelmiştir.Yani demem o ki, dokunma hakkımı elde ettim diye düşünmüştüm o konuşmada.
“Hem sana hem önüme bakarken, bir de hızlı yürüyemiyorum; biraz yavaşlasak mı” dedim.
“Bilmeem” derken başını bana doğru hafifçe eğip, gülümsedi. Evet, Onu seyrettiğimi biliyordu.
On dakika sürmüş müydü acaba? Uzun bir zaman değil midir 10 dakika. Basketbol maçının bir çeyreği. Tamam, ama orada zamanı durduruyorlar her faulde, her topun oyun alanı dışına çıkışında. Niye aklıma gelmedi ki bu! Ara sıra Onu durdurmak için kullanırdım.
Bu arnavut kaldırımlı sokağın bütün sabahları, akşamları, kuşlukları ve ikindileri bir araya geldiğinde rastlayacağınız müdavimleri, dönüş yolumun üzerindeydiler. Şu mağazaların diyorum canım; birbirlerine poz vererek sürekli camdan bakan mankenleri. Onlardan esaslı müdavim mi var? Sonbaharın hafif çakır keyf olup, kışa döndüğünü anlayamadığı bir gece işte. Bale yapmak üzere esas duruşlarını almış mankenlerden daha fazla birbirlerine alışmış çiftler bulabilir misiniz?
Sanki biz de alışmıştık birbirimize. Ben mi öyle anlıyorum. Yok canım alışmanın ötesinde, uygunduk sanki. Kesin iki ‘e’ vardı orada. Aslında durmak istemişti. İşte şu manken gibi, solumdaydı. Tam da mankenlerle aramda olduğu gibi, aramızda bir cam vardı. Yürümüyorduk da, yüzüyorduk. Herkes sanki kendi kulvarında. Kulvarları hayatın hangi anı belirlemişse belirlemiş; farklı kulvarlara düşmüştük. Sonu varmış gibi gözükse de, siz kulvarların aşıldığını gördünüz mü hiç?
Başını bana doğru eğer eğmez, gözlerimi kaçırmak için elimi cebime atıp, telefonumu bulamamış gibi yaptım. Buldum. Elime alır almaz, telefon çaldı. “Alo?” Ses gelmiyordu. Baktım ses yan kulvardan geliyor.
“..yeni yapılan binaların hemen arkasında, değil mi?”
Sonra, sonra yine başka bir yoldan geri dönmeye karar verdim. Dönüş yollarım değiştikçe, birlikte gittiğimiz yolda yaşadıklarım da değişiyordu. Yok, yok, şu okulun ordan döneyim yine. En çok o dönüşü sevdim.
Beray Aytek /Ali Rana Atılgan
5 Ocak 2020
Venedik