“Neyin var yavrum, bir şeyler ters gibi?”
“…”
“N’bileyim, bana bakıyorsun; ama sanki yüzümde başka bir yüz varmış gibi bakıyorsun.”
“…”
“Beni görünce, bazen, sanki günlerdir görmemiş gibi, hasretle bakıyorsun; bazen de, sanki yedi gün yedi gecedir yanyanaymışız da…”
“Abartsaydın baba!”
“Yok, öyle zamanlar var ki yavrum, denize açılmış yavuklusundan fırtına çıktığı için haber alamamış halde yüzün…”
“Baba baba bir dur, şunu yazayım; nasıl devam edeceksin, meselâ göz altların fırtına öncesi ufuğun moru dersin şimdi. Yok yok böyle demezsin; diyecek olsan bile, şimdi ben söylediğim için iyi gelmemiştir kulağına, bir eksiklik, bir...”
“…”
“Baba, geçen gün bir paragraf okumuştum sana aşk ile ilgili.”
“Evet, çok güzeldi; hatta bulamamıştık kimin yazdığını”
“Babaaa, ben yazdım onu.”
“…”
“Önce ben yazdım demedim; şimdi de söylemedim diye utanıyorum baba. Ama beni böyle yaptın işte; anlıyor musun?”
“Çok güzeldi; kimbilir ne ilhâm vermiştir yazara demiştik, değil mi?”
“Bak yine başladın; ne önemi var, o ilhâm vermiş bu vermiş!”
“Merak ettim be yavrum, ne var bunda!”
“Bekle biraz… Al işte bu fotoğraf, bu gülüş verdi bana senin o meşhur ‘ilhâmını’”
“…”
“Niye şaşırdın baba?”
“Ama yavrum bu benim 20 sene önceki hâlim!”
“Annemi özlüyorum baba, an-ne-mi öz-lü-yoo-ruuum…”
“Ben özlemiyor muyum; ya ben özlemiyor muyum?”
“…”
“Okur musun bir daha; ama bana gözlerimle okutma yazdıklarını, senin sesinden duyayım, olur mu?”
“Ya baba, sesim Onun sesine benziyor diye mi?”
“Evet, evet, eveeet.”
“Bir an. Bir gülüş. Fotoğrafı boşver. Resmi, renkleri unut. Sesleri de bırak; bırak. Ne oldu? İçinde. Arama şimdi nerede olduğunu. Ama bir şey oldu. Söyleyeyim ne olduğunu. Bir çatlak peydâh oldu. Eski dil, öyle mi? Ortaya çıktı mı deseydim? Neyse zaten çatlak diye görmüyorsun, hissetmiyorsun, anlamıyorsun henüz. Bir nokta daha çok. Küçük. Arsız. Minik. Bir nokta. Ama bir buzdun da, üzerinde patenler topuklarıyla sert bir duruş yaptı. Bir beton duvardın da, birisi bir çivi çakmaya kalktı. Önce sen vardın. Bir bütün olarak. Pürüzsüz. Şimdi ise küçük bir pürüzle baş etmek durumundasın. İlla katı, kaskatı olman gerekmez; belki bir bardak suydun, bir damla mürekkep damlattılar içine. Dilersen çivi ucunun, o koskocaman duvarda açtığı patikayı tâkip et; dilersen o bir damla mürekkebin suyun içindeki yörüngesini. Edebilirsin. O gülüşü hatırla, oldu değil mi? Şimdi sor bakalım: Şu mini mini tekillik, o devasal sonsuzlukta kendine nasıl yol bulacak? O tekilliğin yolculuğu, o asla sonu gelmez sandığın o bütünü, birbirini tamamlayan iki parçaya ayıracak. Duvardaki çatlağın iki yakası, asla daha önce, o minik, o küçük, o muzur tekillikten önce olduğu gibi, saf, tek, temiz olmayacak. Ama şimdi, ikiye ayrılmış, o iki yakada birbirine bakan her nokta, birbirinin hiç olmadığı kadar farkında olacak. Arama parçalarını. Boşver. Gülüşü hisset. Yeter.”
“Devamı da var bunun”
“Öyle mi? Güzel bitmişti böyle! Ama me...”
“Baba!”
“Merak ettim diyecektim”
“Eğer boşvermezsen gider karşı yakadaki görüntünü ararsın, o minik tekillik bütünü kırdığında. Evet, sahiplenirsin; evet eşlenirsin. Bir tamamlayıcı bulmuş gibi olursun. O an sana aynadaki yansımanı buldurur gibi, vücudunda ikiye bölünmüş gibi görünen bütün uzuvları, bütün noktaları birbirine buldurur. ‘Diğerini’ bulduğunda sahiplenirsin. Önceden bütündün. Şimdi yarımsın; diğer yarın, her elini uzattığında parmaklarının ucunda hissettiğin. Birbirinizi tamamladınız. Birbirinize sahipsiniz şimdi. Ya özgürlüğünüz?”
“Çok güzel. Sahiden ya hû, bakma öyle. Ama bak aklıma ne geldi! Bana burçları sorduğun günü hatırlıyor musun?”
“Hayır, sen burçları da mı bilirdin?”
“Yok canım, işte annenin sağda solda söylediklerimden aklımda kalanlar.”
“Ne sormuştum?”
“Öyle masamın yanında bitiverdin birgün, kaldırdın kafanı: ‘Baba, atların da burcu olur mu?’ dedin. Ben geveledim; ‘bilmem’ dedim, ‘doğum tarihlerini biliyorsak, neden olmasın’ dedim. İşte ilk sürpriz o zaman geldi.”
“Ne sürprizi!”
“Dedin ki ‘o zaman kedilerin de olur’. Ne diyeyim. Ben de ‘eh, aynı şey, olur herhalde’ dedim. Hani, hah bak yine oldu; heyecanlanınca, gözlerin sulanır ya senin, yine sulandı, elinle kaşıdın ‘o zaman Aralık ayında doğan bütün herşey aynı burçta’ dedin.”
“Çok komikmişim be baba”
“Dur daha bitmedi, ‘tamam’ dedin; ‘şimdi anladım annemin beni niçin özgür ruh diye çağırdığını’”
“Çağırırdı gerçekten.”
“Peki neden biliyor musun?”
“…”
“Sen iki veya üç yaşındaydın. Özgür yaşayan atlardan birinin yakalanıp, bir çiftliğe konduğu bir çizgi film vardı. Sabah, akşam onu seyrediyordun. Senden bir şey istediğimizde, istediğimizden hoşlanmazsan, aynı oradaki at gibi, başını sertçe kesik kesik iki yana sallıyordun. Yatağından kalkar kalkmaz, gözlerin sanki alnındaymış gibi başını hafif öne eğip, mutfağa yan yan koşarak gidiyordun.”
“Yani yay burcu olduğum için değil; hah hah ha. Kedimiz de Aralık doğumlu değil miydi ama”
“Evet; o çizgi filmi de Aralıkta seyretmiştin ilk defa.”
“Annem nasıl anlatmıştı acaba bana bunları?”
“Bilmem ki…Belki de hiç anlatmadı. Sen birleştirdin bunları, biraz ordan biraz burdan.”
“Bir ödevimiz var baba; arkadaşla buluşacağız, çıkıyorum ben.”
“Geç kalacak olursan yazarsın, değil mi?”
“…”
“Duydun mu?”
“Tamam, tamam.”
Beray Aytek /Ali Rana Atılgan
10 Aralık 2019
Bitlis