“Karanlık odaya girmeyi neden sevmem biliyor musun?”
“Niye abi, başına kötü birşey mi geldi küçükken?”
Kimse kalmayınca meyhanede Yusuf önce sık uğramaya başlar masama; biraz daha peynir getirir; “su bayatlar abi, bilmezsin” der, suyumu tazeler; ıslanmış müsveddelerimi omzundaki bezle kurular; “yok” derim “Yusuf onları atacağım bezini kirletme mürekkeple,” “olsun abi” der; bütün akşamın ağırlığını yüklenmiş, uçları lime olmuş bez, kuyruğunu beline kadar sarkıtmış bir tekir gibi çökmüştür Yusuf’un omzuna --- Yusuf Tekir’ini besler masaların artıklarıyla; göz göze gelmemeye çalışırım; ‘ah işte yakaladım gözlerini’ bakışı Yusuf’un, adada mahsur kalmış da nihayet ta uzaklarda bir gemi görmüş parlaklığındadır, ben de isterim bir yandan o gözleri görmeyi; ama gördüğüm anda, Yusuf feri söndürür ve masamda bitiverir; sormaz birşey; konuşmaz; nefesinin sesini duymak için, yazdığım cümleyi öylece bırakır, başka bir sayfaya küçük notlar alırmış gibi yaparım; kelimelerin arasına bıraktığım uzun boşlukları görünce meraklanır, işte o an iç çekişini duyarım.
“Yok be Yusuf, kapıyı açar açmaz, gölgem önüme geçer! Halbuki, gölgem beni takip etsin isterim”
“Önden takip edemez mi abi; gider birkaç adım, sonra mecburen döner sana bakar!”
“Ama Yu…”
“Benim eskiden âmâ bir müşterim vardı abi, Allah seni inandırsın, köpeği önünde, arkasında, yanında, nereden izlemesi gerekirse oradan izlerdi!”
“Aman be Yusuf, zaten karar veremiyordum, adam odaya girsin mi, odadan çıksın mı diye, şimdi…”
“Ne var odada abi?”
Bir bilsem Yusuf, bir bilsem. “Sen demin sigara içerken yarı açık pencerenin önünde” diyemedim; diyemedim “radyoda ‘bir ay doğar ilk akşamdan geceden’ çalıyordu.” Ama ağzımdan dökülüverdi:
“Bir çirkini bir güzele vermişler, bilir misin Yusuf bunu?”
“Öyle değil ki, abi! ‘Bir güzeli bir çirkine vermişler’ onun doğrusu!”
“Farkeder mi?”
“Ne bileyim abi, bildiğim türkü böyle.”
“Bir zamanlar bir büyücü varmış Yusuf, çirkin mi çirkin” --- gülümsediğimi eklemem lâzım buraya.
“Allaaah, yine masal mı var abi?”
“Ya bi dur, toparlamaya çalışıyorum. İşte bu büyücü o diyârın prensine aşık olmuş. Bir yolunu bulup, gitmiş, o prensin gönlünün olduğu komşu diyârın prensesinin babasının huzuruna çıkmış.”
“Vaay, tabii komşu diyârın kralı bu büyücüyü tanımıyor, di mi abi?”
“Ya hû Yusuf, büyücü bu, canı isterse tanınmaz! Her masal anlattığımda aynısı; sen hiç masal dinlememişsin küçükken demiyor muyum ben sana. Neyse, gitmiş krala demiş ki, ‘senin kızın çok talibi vardır. Sen en iyisi gelen adaylara bir soru sor; kim o soruyu bilirse, prenses Onu seçsin’.”
“Soru neymiş, soru neymiş?”
“Soruyu boşver şimdi; sonra söylerim. Ama elbette büyücü uygun bir soru bulmuş! Kral kabul etmiş. Her kim geldiyse, eli boş dönmüş. Sıra bizim prense gelmiş.”
“Eee,”
“Tabii bizim prens de boş dönmüş. Ama prensin bir arkadaşı varmış. Bizim büyücüyü anlatarak demiş ki, ‘şurada şöyle bir büyücü var; bütün soruların yanıtını bilir.’ Prens hemen bizim büyücünün yanına gelmiş. Durumu anlatıp, soruyu sormuş. Büyücü ‘yantı biliyorum’ demiş; ‘ama bir şartım var.’ ‘Nedir’ demiş prens. ‘Benimle evleneceksin.’…
“Haydaa, oldu mu abi! Prens, komşu diyârın prensesiyle evlenmek için düşmedi mi bu yola?”
“İşte benim müsvedde tam burada kaldı Yusuf! Hadi sen kapat etrafı, ben de toparlanayım; yolda anlatırım.”
Yusuf’un kapatma ritüelini seyretmeye bayılırım. Ama bu akşam aklımdaki pencerelerden biri son paragrafımda; ötekinde ‘…madem soysuz gönlün bende yok idi, niye doğru yoldan şaşırttın beni’ tekrar edip duruyor; bir diğer pencereden yine kısa kesilmiş saçlarıyla O beline kadar sarkmış, yan komşuyla bağırış, çığırış konuşuyor.
“Geldim abi!”
“Ne çabuk Yusuf!”
“Yok abi, her zamanki gibi, n’olcak! E, hadi, ne cevap vermiş prens?”
“Prens kabul etmiş.”
“Nasıl yani?!”
“Nasılı var mı Yusuf, öyle bir soru ki, arıyorsun, tarıyorsun, düşünüyorsun, soruşturuyorsun, günlerin gecelerini bekliyor, gecelerin karanlığı bütün gölgeleri saklıyor; …”
“Abi takmışsın sen bu gölge meselesine, sadede gelsen!”
“Tüm aklını bu soru kaplıyor, yavaş yavaş hafızanı kaybetmeye başlıyorsun, hangi yemeği sevdiğini unutuyorsun, arkadaşlarınla muhabbet zevkin kayboluyor; yanıtını bilmek istemez misin?”
“Soruyu unutsam?”
“İşte bu mümkün olamamış prens için ve evlenmeyi göze almış. Eh, kırk gün, kırk gece düğün yapılmış diyemedim; çünkü bizim diyârın kralı prensi evlatlıktan reddetmiş. Komşu diyârın prensesi bir manastıra kapanmış ---da diyemedim; kraliçe olmuş babası hastalanınca--- Şu kapının ardındaki gibi güzel bir ağaç bulup ---Yusuf bak dolunay karşıdan bakıyor; ne güzel değil mi--- altında evlenmişler. Ne o nereye bakıyorsun?”
“Hiç abi, sanki biri bizi dinliyormuş gibi geldi.”
“Büyücü prense sormuş sorunun yanıtını vermeden önce: ‘bak demiş,’ der demez, aman Allahım böyle bir güzellik olamaz, o çirkin büyücü gidip, yerine bir âhû gelmiş. Prens şaşkın bakakalmış. Büyücünün ağzında çıkanları duyamaz olmuş prens.”
“Öyle bir güzellik yani abi!”
“Demiş ki büyücü: ‘İstersen sürekli böyle güzel olabilirim!’ Şaşırmış prens. ‘Ama’ diye devam etmiş büyücü ‘çirkin halime de dönebilirim. Kararı sen vereceksin’ demiş prense. ‘Eğer güzelliğimi istersen onu sadece sen görebileceksin; etrafta başka insanlar olduğunda tekrar çirkin halime döneceğim. Ya da’ demiş; ‘sadece etrafta başka insanlar olduğunda böyle güzel olacağım; ama yalnızken beni ilk gördüğün zamanki gibi çirkin. Seç birisini.’ Ne diyorsun Yusuf hangisini seçerdin?”
“Abiii, sakın büyücünün prensese bütün prens adaylarına sorması için önerdiği soru bu olmasın?”
“İşin aslı, o soruyu bilmiyordum Yusuf! Şimdi sen söyleyince, öyle ya, neden olmasın; bir dahaki sefere öyle mi anlatsam?”
“Sen ne yanıt verirdin abi?”
“Sorunun yanıtını verdikten sonra büyücü, hiç önemli değil derdim! Böyle bir soruyu sorabiliyorsa, kimbilir başka hangi soruları vardır!”
Yusuf’u evine bıraktım. Tekrar sahile dönüp, şu Kasım rûzgarını tuzlu almak istedi canım. Uykumu getirir mi acaba? Dolunay tam arkamda kapıdan geçiyorum. Gölgem önümde. Söyle bana ne var önümde?
Beray Aytek /Ali Rana Atılgan
21-22 Kasım 2019
Yedikule