Hava ha karardı, ha kararacak. Meyhanenin önünde fidanlığını üzerinden yeni atmış ağacın kurumuş dallarına bağlanmış bez parçalarını kara bir kedi kokluyor. Üzerine çıktığı sandığın kilidini ilk kim taktı acaba? Kaç kağıt değiştirdim geldiğimden beri. Hiçbirini tekrar okumak istemiyor canım. Aklımda bir şey var; nasıl desem, işte diyemiyorum. Yusuf, her zamanki gibi sezdi tıkandığımı; yine masaları dolaşıyor havasında, kafamı kaldırmamı bekliyor. O biliyor kendisine ihtiyacım olduğunu, ben biliyorum yanıma gelmek istediğini; isteklerimiz ha buluştu, ha buluşacak. Hava karardı. Yusuf, ışıkların pencerelere uzak olanlarını yaktı. Yanıma geldi. Hiç bekletmeden, konuya girdim.
“Yalnız yaşamanın cilvelerinden biri ne biliyor musun Yusuf; yapacağın işleri, atacağın adımları, hareketleri üzerinde çalışacağın eşyalar bunu dikkate alırmış gibi yüksek sesle söylüyorsun: ‘Altını kısayım şu çayın,’ ‘hımm etraf soğudu, ısıtıcıyı çalıştırayım,’ gibi. Halbuki yaşadığın birileri varsa, ya bunları düşünsen de seslendirmiyorsun, ya da yaşadığın kişinin onayını almak için ona soruyorsun. Oysaki kimse yoksa, seslendirmen kendinden onay almak için...
“Belki de bir daha düşünmek istiyorsun abi?”
“Belki de”
Beklerdi Yusuf. Konuşma sırası tekrar bana gelmiş gibi susardı.
“...”
“Düşünüyorum da Yusuf, daha çok kendine yalnız değilmişsin mesajı vermek için bu galiba. Ama bu gündelik hayatın işlerinde böyle.”
“Yazarken kendinle konuşmuyor musun yani?”
“Tam oraya geliyordum. Yazarken kendimle konuşmak, başkasıyla söyleşmek gibi, mesela seninle olduğu gibi olmuyor. Kendimi ciddiye almıyorum sanırım. Cümlelerimi kurgulamadan, kelimelerimi seçmeden önce yeteri kadar düşünmüyorum; önceki cümlelerimle bağlantısını kurmak zahmetinde bulunmuyorum; böylece paragraflarımın anlamları kurulamıyor. Nasılsa sonra üzerinden geçerim diye düşünüyorum. Çoğu zaman geçmiyorum; geçsem bile, paragrafların anlamları olmayınca, seçtiğim kelimeler ve cümleler bana yabancı geliyor. Yalnızken aklımdakileri direkt kağıda dökmeyi seviyorum, uzun uzun; yazdıklarımı hemen okumuyorum; kağıtla tek yönlü bir iletişim kuruyorum önce. Sonra okuduğumda ya hepsini birden atıyorum; ya da çok küçük değişiklikler yapabiliyorum.”
“Anladım galiba; dur suyunu bir tazeleyeyim. Sonra aklındakileri anlatmak ister misin ---bugün fazla müşterimiz yok; pandemiden önce de azalmıştı zaten.”
Ellerim, gözlerim, vücut dilim, yapmak istediklerimi Yusuf’a aktarıyor olmalı. Aklımda takılı kalan, ama dallanıp budaklanamayan düşünce bulutumu Ona açmak istiyorum. Nerden başlasam?
“Aklımda masalımsı bir hikaye var.”
“Ooo, daha ne ister gönül?”
“Bir varmış, bir yokmuş. Büyük şehirlerden birinde yalnız bir adam varmış. Uzun uzun boylu, kalın kalın apartmanların arasında, minik bir dairede yaşarmış. Dairesindeki pencerelerden bir tanesi incecik bir aralıktan, uzaklardaki denizi görebiliyormuş. Tüm gün penceresi olmayan, onlarca küçük bölmeden oluşan kapalı salon tipli yerlerden birinde çalışır; oraya giderken penceresi olup olmadığının bile farkına varamadığı toplu taşıma araçlarını kullanırmış. Tek nefes alabildiği zaman, eve gün kararmadan ulaşabildiğinde ayaklarını pencere kenarındaki radyatöre dayayarak, o ince aralıktan denize bakabildiği zamanmış. Akşam olduğunda denizin rengi bir başka kararırmış. Öyle bir karaymış ki, hem gökyüzünün karasından, hem de ışığı yanmayan pencerelerden farklı. Gel zaman git zaman orada denizle konuşmaya başlamış. Metrobüste kendi yaşını unutarak yaşlı gördüğü birisi için oturanlardan nasıl yer istediğini; iş yerindeki masasından uçan bir kağıdın havada nasıl dakikalarca kalabildiğini seyretmek için hiç kimsenin bakışını hissetmeden, salonu sekize bölen yollarda sallana sallana yürüdüğünü; iki apartmanı cetvelle önce bölmüş, sonra Musa’nın alemeti farikasında olduğu gibi kesiği denize ulaşana kadar temizlenmiş yarıktan denize bakarak anlatırmış.”
“Aman abi, bir dakika bir müşteri geldi; sen bir soluklan! ... Hemmen döndüm, bizim ufaklık servisi açıp, şiparişleri almayı öğrendi. Vallahi benden iyi yapıyor. Okul açılınca ne yapacağım diye konuşuyorum, keyifleniyor kerata.”
“Gel zaman git zaman, önce kısa kış günlerinde denizin sadece karasını görmeye başlamış; sonra günler uzadığında mesailer de gittikçe esnemeye ve uzamaya yüz tutmuş. Bakmış etrafındaki herkes mesaiye kalıyor; o kalmasa olmayacak, O da kalmaya başlamış. Dairesine döndüğünde fazla mesai ücreti alamadığını; bunu arkadaşlarına söylediğinde, pandemiden dolayı zaten herkesi çıkardıkları için, kimsenin sesinin çıkaramadığını, hep o ince kara denize anlatmış. Hafta sonları ---ki sadece pazarları izin alabiliyorlarmış, bulabildiği ilk deniz kenarına gider, denizle konuşurmuş. Denizin karalığına ve o karalığa konuşmaya o kadar alışmış ki, deniz kenarına gittiğinde, hava kararana kadar öylesine sessiz sedasız yürür, havanın karası kıvamını bulduğunda denizle konuşmaya başlarmış. O saatte görenlerin ne düşüneceği de pek umurunda olmazmış.”
“İnciii, abinin ağzı kurudu; bir ıslatır mısın ikimizi de!”
İnci, uzun, dalgalı saçlarını tepsinin içindeki bardaklarla buluşturmadan geldi. İnce, uzun, gözünün ve gömleğinin rengine uygun ojeli parmaklarıyla, bardakları dudaklarımızın değeceği yerden tuttu. Yüzümdeki gülümsemeden onay mı veriyorum, yoksa alay mı ediyorum, sezmeye çalıştı. Masadaki meze tabaklarının yerleriyle oynamaya başladı. Oturmak istemesine memnun olduğumu belli etmek için anlatmaya devam ettim:
“Günlerden bir gün istasyondan çıkıp tam gün ışığına kavuşucak; itiş kakış arasında bütün renkler hızla aydınlanırken en geç kalan karaların arasındaki bir kara, gözünü almış. Gözünü alan böyle bir gözle, gözgöze gelmemiş hiç. Uzun süre güneşe bakınca güneş körü olursun ya, O da bu karanın körü olmuş!”
“İnci de otursun canım. Niye izin vermiyorsun ki? Ne diyordum, kalabalık Onu bir o tarafa, bir bu tarafa iterken, o kara da, sanki bir yerlere akan ırmakta yan yana iki tanecik gibi hemen yanında Onunla aynı tarafa akmaya devam etmiş. Başı bir tarafta, ayaklarının ne tarafa gittiğine aldırmadan, kalbinin çarpıntısını kalabalık sıkıntısına verip, dakikalarca körlüğünün geçmesini beklemiş. Bir kuru dal parçasına tutunup, akıntıdan sıyrılıp, etraflarına bakınmışlar. Nereye dönse aynı karayı gördüğünden, o çift gözün uzaklaştığının son anda farkına varmış.”
“Yine bilerek durdun değil mi abi?”
Evet, bilerek durmuştum. Meyhanenin penceresine asılmış rengarenk, mini mini lambalara takılmıştı gözüm. Sıralanmalarına baktım, yeşil, sarı, sarı, beyaz, kırmızı, mavi, sarı,...
(Sürecek)
Beray Aytek / Ali Rana Atılgan
Editör: Güzin Ayan
08 Ocak- 07 Şubat 2021
Menekşe-Florya