“Bu sana yazdığım dokuzuncu mektup. Kaçı ulaştı eline acaba? Hâlâ cepheye gönderileceğimiz günü bekliyoruz. Bazen ‘haftaya’ diyorlar; kendisine virus bulaşıp bulaşmadığını bilmeden karantiya alınmış gibi bekliyoruz; öyle birbirimizden ayrı, konuşmadan, bir sigara bile paylaşmadan. ‘Haydi gidiyoruz’ dediklerinde devası bulunmamış hastalığımız kesinleşecek sanki. Sonra hafta bitiyor; ses yok. Birden bir neşe sarıp sarmalıyor hepimizi; fıkralar, sazlı sözlü atışmalar. Karantina günlerinin bitmediğini unutuyoruz.”
“Bu kadar mı babaanne?”
“Geri kalanı bana kalsın!”
“Senin yazdıklarından da bir tane okur musun?”
“...”
“Haydi, n’oluur!”
“Bugün günlerden ne? Sahiden bilmediğimi farkettim sabah uyandığımda Cemal. Daha doğrusu dünden farkı ne, ya da önceki günden? Yazları okul açılmadan önce bütün bir senenin planlamasını yapardık arkadaşlarla. Hangi haftanın hangi günü, hangi derste hangi konuyu işleyeceğimizi kararlaştırırdık. Sen sorardın ‘bu ince ince, uzun uzuun yazdıkların ne” diye, hatırlıyor musun? Sonra bütün günler ipe dizilirlerdi. Elimle plan defterinin sayfalarını çevirdiğimde günler salı, çarşamba değil de, fişleri bölmeye başladık, hecelemeyi bitirdik diye akardı. Fişleri böldüğümüz günü düşünmezdim bile hecelemeye geçtiğimizde. Sınıfın kapısından girdiğin günden sonra, bir günün ardından diğerine geçerken, geçmiş günü unutamadığımı farkettim. ‘Hecelemeyi bitirdiğimiz gün beni okuldan aldı’ yazıyor defterimde. ‘Eve bırakırken bakamadım yüzüne dilediğim…’”
“En heyecanlı yerinde bırakıyorsun hep!”
“Gel radyoyu açalım, bakalım 10 ajansında ne diyecekler!”
“Hayrola abi, neden gülümsüyorsun?”
“Ajans kelimesi çağrıştırdı: lağvetmek fiilini ilk o vakitlerde öğrenmiştim.İki gözüm önüme aksın hem yumuşak g, hem de v var. Önceleri bunu lav edildi sanırdım. Çünkü ajansta ‘71 muhtırasında hükümet lav edildi diyordu.”
“Tam gülünecek şey yani abi!”
“Yok, yok; tam o sıralarda da ‘lav sıtori’ (https://www.imdb.com/title/tt0066011/) oynamasın mı sinemalarımızda; elbette komşumuz Meral abla'nın yanında muhafızı olarak ben gönderildim. Sinema kapısında büyük bir afiş, afişin en altında kalın harflerle yazılmış bir cümle: ‘Aşk hiçbir zaman pişmanlık duymamaktır.’ Buyrun şimdi. En büyük pişmanlığım kardeşimin tabağından sosini çalmak o sıralar. Tam da diğer cinsten nefret etmem gereken yaşta değil miyim? Ali MacGraw bu trendi değiştirmiş olabilir, bu arada. Neyse, lafı uzatmayayım; ertesi gün evde büyükbabama bilmiş bilmiş söyledim: ‘büyükbaba hükümet lav edildi ya, şimdi kim pişmanlık duymayacak?’”
“Hah hah haa! Babaannenle büyükbabanın mektuplarını şu desteden çektin değil mi abi?”
“Eveet!”
“Alemsin abi. Sen de okumayı aynı yerde kesiyorsun yani?!”
“Ne kadarını, hangi yazıma, nasıl alıntılayım bilmiyorum Yusuf. Bu aralar kendimi o mektupları sürekli okurken buluyorum. Hatta geçen gün, işte hani Ona, mektup yazarken buldum kendimi. Bak sen sormadan okuyacağım; ama tam bitmedi haberin ola! Onunla birlikte geçirmek için çok az zamanım olsa diye düşündüm; hani sanki büyükbabamın babaannemi okulundan alıp, evine bıraktığı zaman kadar; ne yapmak isterdim?”
“Bence deniz kıyısında oturup birlikte denize bakmak isterdin kesin!”
“Yok, tren yolculuğu isterdim; öyle şehirlerarası filan da değil; aha şuracıktan Sirkeci’ye kadar.”
“Otobüs yolculuğundan farkı, dur, kalk, yoğunluk, sıkışıklık yok. Biteviye gidiyorsun. Tercihli bir yolda gider gibi. Tercihini yola bırakmışsın. Sen istediğinde değil, yol istediğinde mola vereceksin. İpleri bırakmak istemez misin bazen? Alternatif aramanın yorgunluğunu taşımak zorunda değilsin. O yolu değil de, şunu alsaydık diyebileceğin bir durum yok. Başlangıç ile bitiş arasındaki yol senin için döşenmiş. Uzandığın bir döşek gibi.
Araba yolculuğundan farkı, bulunduğun vagondakilerle paylaştığın kader. Kendi aralarındaki konuşmalar evde misafirin varken açık televizyon gibi. Bazı anahtar kelimeler veya sesler seni misafirlerinin muhabbetinden alıkoyabiliyor. Cam kenarında anılarını ağırlarken önünde yelpaze gibi açılıyor gözüne takılanlar; hafızandaki türlü resimlere pencere açıyor. İstemsizce. Zamanda ileri geri sıçratarak.
Lokantadaki gibi konuşmalar arttıkça artan müzik, müzik arttıkça bağıran insanlar yok. Tiktaklar – eğer bugün herşey yolunda gittiyse, takatukalar – eğer son günlerde canın sıkkınsa, öyle bir seviyede ve öylesine ritmik ki, herkes tonlamasını, sesinin yüksekliğini buna göre ayarlıyor.”
“Sanki kendin ve Onun dışında birşeylerin yardımını bekliyorsun abi! Hayatınızın ritimleri o kadar farklı ki, birşey bunları akord etsin!”
“Haklısın. Babaannemle büyükbabamın ritmini savaş bozdu mu, yoksa ayarladı mı; belki bu gözle bir daha bakmalıyım mektuplarına; sağolasın be Yusuf!”
Mektuplara döndüm. Babaannem bir mektubunda oturduğu divanı, cumbanın penceresindeki saksının divandaki gölgesini anlatmış uzun uzun. Yaprağın gölgesiyle konuşmasını yazmış. Birbirlerine nasıl baktıklarını, öğle sonrası çıkan rüzgârla birlikte gölgenin yaprakla nasıl birbirlerinin üzerine titrediklerini, savaşın Onları nasıl daha çok bağladığını anlatmış. Doğru, o zamanlar bana okusa kesin kıkırdar, kızdırırdım Onu.
Beray Aytek / Ali Rana Atılgan
20 Mart – 4 Nisan 2019
Suadiye