“Elmaları ilk gördüğümde nasıl yeşildi ağaçlar! Bir tanesini koparıp elime verdiğinde birden bire kurudu dallar!”
“Sen bir günah işlemişsin be kızım; hımm, ne yapmış olabilirsin bakalıım! Aa, belki de işleyeceksin! Biliyordum za...”
“Aman babaa bir sus; hepsini dinlemedin daha!”
“İyiye gitmeyecek gibi geldi de”
“Hemen deniz kenarıydı, dalgalar kıyıya dokunmaya kıyamaz ya hani, seslenir şöyle bir ‘çekil geliyorum’ gibilerinden, şöyle ‘şıkır şıkır.’ Sesleri duyunca Onu hatırlıyorum rüyâmda. Bir çalı-çırpı bulup, ıslanmış kuma yazmaya başlıyorum:
Öyle günler olurdu ki, zamanı bulurdu benim için. Sabah bir yere koyardım. Sonra günün içine dalardım. Nefes almak için çıktığımda nereye koyduğumu bulamazdım. Başı sonu olmayan işlere daldığım için, bulamadığıma aldırmazdım. N’aber uygulamasının sesi gibi bir şırıltı gelirdi kulağıma, benim için zamanı bulduğunda. Sanki Onun sesini duymuş gibi, bu ses kulaklarımdan yanağıma sıçrar, buharlaşmak için yanaklarımın kızarmasını beklerdi. Zamanı aramadığıma hayıflanırdım işte o zaman.”
“Gece yatmadan önce Dali tablolarına mı baktın?”
“Hah haa iyiydi; ama devam edeceğim: Ağaçlardan birisinin altına oturuyorum. Telefonuma bakıyorum. Sanki çalacakmış gibi duruyor. Geçtiğimiz yazı hatırlıyorum. Deniz kenarındaydım. Gökyüzüne bakıyordum; her şey yerli yerindeydi. Öylesine seçtiğim bir yıldız demetinin içinden bir yıldız kayacakmış gibiydi. Başımı gökyüzüne çeviriyorum. Neredeyse aynı görüntü. Fakat gündüz mü, gece mi anlayamıyorum. Bir yıldız görüyorum. Ama gri gökyüzünde turuncu bir yıldız. Elime doğru sarkan elmaların arasından turuncu gibi görünüyor. N’aber uygulamasını açıyorum. Bana kendimden gelen bir mesaj:
Küçüktüm. Babaannem elinde un kurabiyesi ile masal anlatmaya gelirdi (burayı bilirsin baba). Zamanı sayamazdım o yaşta. Gelip gelemeyeceğini bilmezdim. Ama öyle günler olurdu ki, güneş balkondan oturduğum cumbanın içine öyle düşerdi ki, kapı ha çaldı ha çalacak. Acaba bu hisler nereden gelir insanın içine? Ol desem, olabilecek işler. Ol!”
“Senin bu proje Michelangelo resimlerini de içerir aslında değil mi?”
“Aldırmıyorum babaa. Sonra birden elinde telefonu yanımda bitiyor. Telefonuna yazıyor. O yazdıkça sesini duyuyorum. Ben de Ona yazıyorum:
Sesini niçin seversiniz? Sizinle konuşuyor ya, bu nedenle mi? Sizinle başka mı? Ne değişiyor; tonu, kelime içinde durduğu yerler; cümleyi bitirirken inceliği. Eğer bir resim olsaydı sesi, uzun, upuzun çizgiler mi olurdu birbirini kesmeyen; yoksa kısa kalın içiçe düğümlenmiş mi? Bir kağıdın üzerinde düşünün şimdi bu çizgileri. Parmağınızla o çizgileri kağıda dağıtın; gölgesini görün çizgilerin. Sesi size ulaştığında, bir ıslık kulaklarınızdan yanağınıza düşer, oradan sıçrar, havada yükselir, yavaşça kaybolur. Islığın geride kalanı, yüzünüzü sarar, ısıtır. Yavaş yavaş, ılık ılık boğazınıza akar. Elinizi yüzünüze götürün o anda, sanki hâlâ orada titreşiyor, çalıyor. Parmağınızla iyice dağıtın yanağınıza, yönetin müziği, kalsınlar orada yeni kelimeler gelene kadar. Konuşma bittikten sonra nice vakitler hissedebilirsiniz.”
“Demin kuma yazdıklarından kopya çekiyorsun!”
“Rüyâmda bari rahat bırak baba!”
“Yok, sahiden merak ettim. Sonra?”
“Sonra, elini elmalardan birine uzatıyor, koparıp bana veriyor. Verir vermez, bütün ağaçların yaprakları kuruyor; sanki mevsim değişiyor. O da kuru, kısa bir ağaca dönüşüyor diğerlerinin arasında. Bak hâlâ titriyorum o anı hatırlayınca. Ama..”
“Ama?”
“Hah ha, sen bile merak ettin yani! O gri hava yavaşça, üstü açılan bir arabanın çatısı açılır gibi maviye; turuncu yıldız, keskin bir kış güneşine dönüşüyor. Bütün ağaçlar gölgelerini esnetip, uzatıp, oturduğum yere düşürüyorlar. Ne bir dal parçası kalıyor etrafta, ne de telefonum. Yazacağım yine ama, kumun üzerine yazamıyorum. Konuşmaya başlıyorum. Sesli konuşursam, düşündüklerim aklımda kalır diye. Kendimi ve Onu konuşturuyorum:
Ben: ‘Hopper’in <kelimelerle anlatılamayan> olduğu için çizdiği bir yüz gibi baktın bana. Şimdi benden anlatmamı bekliyorsun.’
O: ‘Peki o zaman aynı şekilde bak bana!’
Ben: ‘Karşılıklı bakışalım. Bir denize bakalım, denizin ufuğu çizdiği yere; sonra birbirimize. Birbirimizde bu kadar anlatılabilir; ama bir o kadar da ulaşılamaz neler görüyoruz?’
Tam bu sırada ‘kabus görüyorsun' diye uyandırdın beni.”
“Bu sorunun yanıtını vermek için zamanınız var daha.”
“Corona günlerini kast etmiyorsun umarım!”
Beray Aytek/Ali Rana Atılgan
09-13 Mart 2020
Florya