“Yağmurun sesini sever misin?”
“Nereye vursun damlalar, kafeslere, camlara – dur dur, bir dakika, hatırlayacağım şimdi; nasıldı – küçük, tekdüze, ürkek darbeler; kafeslerde, camlarda titreşerek...”
“Ne güzel yazılmış! ”
“O zaman en çok sevdiğim kısmı da söyleyeyim – küçük, istekli, inci gibi damlalar; sokaklarda damlarda hep titreşir.”
“Kafeslerde camlarda dediğinde, benim de aklıma birşeyler gelir gibi oldu; ama diğer kısımları hiç duymamışım sanki.”
“Evet ya, bugünkü dildeki halini geçenlerde birkaç kere tekrarladım; aklımda kalmış. Küçük, tekdüze, ürkek tasvirleri yağmur damlalarını güzel aktarıyor diye düşünmüştüm. Ama, gelgelelim, yağmurun sesini duyamıyorsun, değil mi? Yağmurun tıp tıp dokunduğu yerlerde çıkardığı sese benzemeli şiirin içindeki kelimeleri söylerken çıkardığım ses. Yani Fikret öyle yazmış! Bir bakayım mı internetten, yalan yanlış söylemeyeyim şimdi; kapatmıyoruz yani telefonu – whatsapp’a birşey oldu son zamanlarda?
“Hah ha, yok canım; bence senin teknoloji sınavın!”
“Küçük, muttarid, muhteriz darbeler; kafeslerde, camlarda pür ihtizaz; küçük, pür heves, gevherin katreler; sokaklarda, damlarda pür ihtizaz; oradasın hala değil mi, duyuyorsun?”
“Duydum, duydum.”
“Bugünkü dildeki halini de beğeniyorum; küçük, ürkek, tekdüze; sonra istekli, inci gibi. Bakar mısın, ilk satırda, ağzımı büzüyorum ‘ü’leri söylerken, ikincisinde...”
“Evet, evet, ikincisini önceden farkettim, istekli, inci gibi, titreşir; habire ‘i’ harfi duyuyorum. Ama kafese ve cama vurma sesinde ‘ü’ yok; o sanki ıslık çalar gibi; ‘i’ harfinde sokaklara, damlara vurma var mı, ona da emin değilim.”
“Aslında ‘ü’lerin ıslık çalar gibi olduğunu düşünmemiştim; şimdi sen ‘i’leri söylediğinde aklıma ilk olarak sokaktaki su birikintileri geldi.”
“Birikintiye vuran yağmur damlasının sesi mi, yoksa birikintideki ‘i’ harfleri mi?”
“Hiç su birikintisinin içinde zıplamayı isteyip de, annesi engel olduğu için içine atlayamayan çocuk yüzü gördün mü?”
“Konu değişiyor; dönecek miyiz, Fikret’in şiirine?”
“Döneriz tabii; neden dönmeyelim!”
“Hiiç, son zamanlarda telefonda konuşurken, bir konudan diğerine, oradan başkasına dallanıp, budaklanıyorsun, sonra neyi tartıştığımızı unutuyoruz.”
“Unutmuyorumduur; hem ne var bunda?”
“Yok, hoşuma gidiyor; gidiyor da, bizim proje bitmeyecek böyle!”
“Neyse, bak dönüyorum konumuza; yağmurdan göle dönmüş bir çukurda hoplayıp, zıplamayı isteyen, ama annesi yüzünden yapamayan çocuk suratı gördün mü? Ya da bir şişenin dibinde sıkışmış ceviz parçasına bakan karganın yüzünü?”
“Görmüşümdür ikisini de herhalde bir zaman! Bakalım ne çıkacak altından.”
“Seni görmek istediğimde o karga gibi olmak istiyorum; annesinin elini bırakamayan çocuk gibi değil! Nasıl karga o cevizi çıkartmanın bir yolunu bulursa, ben de seni görmek için uğraşmak istiyorum. ‘Elimi uzatsam kahve fincanı dudaklarımdadır’ rahatlığında olmamalı seni görmek. Bu kadar uğraşacağımı bilerek istemeliyim seni görmeyi.”
“Alemsin vallahi; ‘proje bitene kadar görüşmek yok’ diyen dilimi ısırıyorum şimdi!”
“İnanmayacaksın, vallahi bir karga geldi camın kenarına. Tık, tık cama vuruyor. Carlos Castenada ve Peru’da geçirdiği zamanları anlatmış mıydım sana? Hani karga olu...”
“Tamaam, kapatalım diyorum ben; daha çizimlerim var.”
Kapattı. Karga hala camda. “Hadi al Peru’ya götür beni!” Rasgele benim camı bulmadı ya! Castaneda’nın kitabına bir bakayım. Çıkıp kütüphaneye mi gitsem? Gece yarısı kütüphanede öylesine dolaşmaktan çok zevk alıyorum. Bir kitap yanlış yerleştirilmiş; bir diğeri masanın üzerine gelişigüzel bırakılmış; bazısı yere düşmüş. Elime alıp bakarım; sayfalarını evirip, çeviririm. Zaman geçerken geri dönebilmek için bazı işaretler bırakır. Rasgele dersiniz; ama bu kalan işaretleri okumayı öğrenmek gerekir. Rasgelelikleri seviyorum kısacası. Gidip biraz rasgelelik arayayım.
Beray Aytek / Ali Rana Atılgan
23 Şubat – 1 Mart 2020
Moda