“Üçüncü adam filmindeydi değil mi?”
“Ne üçüncü adam filmindeydi?”
“Hani şu İsviçre’de guguklu saat meselesi? Nasıldı sahi! 15. yyda İtalya’da kan-gövdeyi götürüyordu; ardından rönesans ve reform geldi. İsviçre’de herkes mutlu, mesut yaşıyordu; oradan çıka çıka guguklu saat çıktı!”
“Hah-ha ha ha ha! Anlıyorum; küçüklüğünde neden böyle baktığını anlatacaksın bana.”
“Aaaa, nerden anladın? Aslında ben ‘kanun namına’ filmine daha fazla özeniyordum o zamanlar.”
“O nerden çıktı?”
“Nazım usta’nın bir zanaatkârlığı vardı. Be…”
“Üçüncü adam filmine mi benziyor o da?”
“Birkaç sene olmalı aralarında. Bir de ‘bisiklet hırsızları’ vardı. Hepsinde bir, bir, …”
“Ne oldu, birisini mi gördün?”
İlk defa evden çıkabilmişti günün bu vaktinde. İlk defa yanyana yürüyebilmiştik. İlk defa bu kadar yaklaşmıştım boynuna, nasıl koktuğunu duymaya. İlk defa birkaç cümleden fazla edebilecektik yüzyüze. İlk defa zaman geçmesin diye yalvarıp bir yandan, aynı anda hafızamda özel bir odaya hapsetmek için yüzünü, boynunu, omzunu birer kareye sığdırmaya uğraşmayacaktım. İlk defa istediğim zaman bakışlarımı kaçırabilecektim, ne söyleyeceğimi daha rahat düşünmek için. Gelgelelim, cüzdanımdan düşüvermişti işte bu fotoğraf…
“Yok canıım, toparlayamadım ne söyleceğimi. Seninle konuşmaya başlayınca, yangın musluğundan su içermişim gibi, herşey birden bire çoğalarak dilime akıyor; ama bir sürüsü kaçıyor, sonra susuz bırakıyorum seni.”
“Sahi, biraz üşüdüm ben; biraz hızlanalım mı?”
Çay paralarını ödemek için elimi cüzdanıma attığımda, seni, diye düşünüyordum bir yandan, zamanla tanıştırmak için çağırdım. Biliyor musun diyecektim, zamanla bir anlaşma yaptım. Sen penceredeyken yavaş geçecek, duracak yanımdayken. Kabul etti zaman. Ama bir şart koştu; seninle tanışmak istedi. Çayı da bunun için içtik, biliyor musun; biliyor musun, çay bardağı şiiri kafeslemek için böyle ince belli. Bana “hayran-hayretle-hayasız-havari”lerden biri gibi bakacakken...“Aaa bu fotoğraftaki kim?”niye taşıyorsam şunları cüzdanımda.
“Hızlanalım tabii. Gel şurdan geçelim karşıya.”
“Nereye bakıyordun?”
“Ne zaman? Aa, yok, saçlarına bakıyordum; hem ince telliler, hem de nasıl böyle…”
“Yok canıım, fotoğrafta!”
“Hiçbir yere! Sigara içmek için bir zulam vardı mahallede. Metruk bir evin arka bahçesinde bacakları demir, üstü mermer bir masa vardı. Şiir yazardım üzerinde. Aklımda hiçbir şey olmazdı defterimi o masanın üzerine koyuncaya kadar. Sonra seninle konuşurken olduğu gibi birden…”
“Haa, zulandan çıkıyorsun yani! Aaa o zaman şiir mi yazardın, ben seni hep roman yazdın diye biliyordum!”
Ah, cümlelerimi bir bitirebilsem. Tabii çok uzatıyorum. O kadar süre sessiz kalamıyor demek ki. Ne güzel. Daha neden kızgın baktığımı anlatacaktım.
“Eee, neden öyle huzursuz bakıyorsun fotoğrafta? Ne çabuk geçmiş zaman. Benimkiler gelir şimdi!”
“Seninkiler?”
“Kardeşlerim, aaa, bilmiyor musun, iki tane benden çok küçük kardeşim var! İkisi de erkek. Aynı senin fotoğraftaki gibi bakıyorlar bana bazen.”
“Sana bakmıyorlardır; düşünürken yakalıyorsundur onları; ya da bir düşünceden diğerine zıplarken. Böyle huzursuz olur delikanlılar o yaşta akıllarını toplarken. Sana hiç anlatıyorlar mı?”
“Ne anlatıyorlar mı?”
“Aşklarını; kız arkadaşlarını.”
“Burdan ayrılayım mı ben artık?”
“Olur. Tabii. Yarın hava güzel olursa, ben her zamanki yerde oturur, karalarım yine birşeyler.”
Kaç kere daha aklımdan geçireceğim bu konuşamaz, konuşmalarımızı. Sonra keseceğim bir cümleyi canımın istediği yerden; bir diğer cümlenin başına koyacağım. Filmleri de böyle “edit” etmiyorlar mı canım! Bir sürü çekimden sonra, yönetmenin istediği gibi kesip, biçip, yeniden yaratmıyorlar mı? Bu ilişkinin yönetmeni olamaz mıyım? Dur şu fotoğrafın fotokopisini çekeyim. Onu da parçalarına ayırıp yeniden birleştireyim. Yönetmen diyordum, değil mi? Önce kendisini, kendisine anlatayım şöyle uzuuun uzun.
Beray Aytek / Ali Rana Atılgan
17-18 Kasım 2019
Balat