Hava kararınca kendimle kalamıyorum. Kendimle kalmazsam, Onu istediğim gibi hatırlayamıyorum; ayrıntılar silik çıkıyor zihnimde. Tüm anılar gizlendikleri köşelerden çıkıp, yerdeğiştirirken; havanın karanlığı Onu örtüyor. Ortada bir ebe. Ben.
Gündüzleri hayat farklı. Kendimle kalmak istediğimi kendime söylüyorum. Hemen Onun içinde olduğu anılardan birini sobeleyip, bir köşeyi kapıyorum. Sonra O, sabah, öğlen, akşam, gece yarısı halleriyle o köşeye geliyor. Dur, bitmedi. Anları birbirinden ayıklamak, günün her saatini yine Onunla yaşamak için, tuzun kokusuna ihtiyacım oluyor. Nemi önce dudaklarıma çarpan rüzgârla kuruttuğum; sonra suyunu göz kapaklarımla kirpiklerim arasına sıkıştırdığım; genzimin yandığını yeni bir dalga gelene kadar hissemediğim bir seremoni bu. Her bir nefeste ayrı bir anı süzüyor aklım; dudaklarımın, kirpiklerimin ve genzimin, her bir dalgada farklı bir tadı süzmesi gibi. Deniz o kadar çok köşeyi tutmuş ki aklımda, akşamüstünün gündüz mü kalayım, akşama mı geçeyim kararsızlığında, her bir köşe Onu ağırlıyor.
“Abi, şu oltayı bir tutar mısın, çıkaramıyorum tek elle kerataları?”
…
“Abi, abicim! Çıkar demedim; kirletme elini; oltayı tut kâfi!”
Şu yeni tip oltaları hiç sevmezdik. Aslında ben sevmezdim; O da, nedenini her anlattığımda, sanki yeni anlatıyormuşum gibi, aynı kelimeleri ve cümleleri, aynı değilmiş gibi, daha önceki anlatan benle, şimdi anlatan ben arasındaki farklar o kelimeleri ve cümleleri değiştiriyormuş, hatta daha zor, çetrefilli yapıyormuş gibi, merakla, daha fazla bana doğru eğilerek dinlerdi.
“Ne zevk alıyorsunuz bilmem bu makinelerle balık tutmaktan?”
“Pardon abi, ne dedin?”
“Yıllar önce tam şu köprünün altında tutardım, biliyor musunuz? Balığın oltaya dokunduğunu parmaklarımın ucunda hissederdim.”
“Haa, yemli diyorsun?”
“Yok, yok, yemli değil; yine çapari. Ama bu makine fırlatmıyor; sizin için misinayı bir yere toplamıyor; ama …”
“Eee, rüzgârda karışmaz mıydı misinan abi?”
Öyle bir dağılırdı ki saçları rüzgârda, balıklı elleri bulaşmasın diye, elinin tersiyle alnından kulaklarının arkasına itmek ister, saçlar şakaklarından aşağıya gitmemek için direnirdi. Benden gizli konuşup ikna etmek için, diye düşünürdüm, arkasını dönerdi. O an hemen yanına tanıdığım başka birilerini koyardım. Bakalım sadece sırtına bakarak Onu diğerlerinden ayırt edebiliyor muyum? Elbise, rüzgârı dindirmeye çalışan dalgalar gibi, belinden omzuna doğru köşeleme kıvrılır, kat kat olurdu. O tirşe mavisi elbiseyle, gökyüzünün mü, yoksa denizin mi bir kopyası gözümün önünde şimdi?
“Hava kararmaya başlayınca, akıntı artıyor, değil mi? Zor olmuyor mu o koca oltayı tutabilmek?”
“Yok abi, bırakıyorum akıntıya, hafif hafif sarıyorum!”
Akıntıyı sevmiyorum; çevresindekilere aldırmadan kendi başına seyahat etmek isteyen taneciklerin hayatını zorlaştırıyor. Şu akıntı, ne bir tanesinin “utancını duvara asmasına,” izin verir, ne de diğerinin “ben aldım masanın üstüne koydum kuralları” demesine. Yok, bütün taneler, yanyana gidecekler; neyse öndeki taneciklerin yaptığı, onları aynen tekrarlayacaklar, bir nizâm içinde. Ondan duymuştum bu şiiri ilk. Hoş, O “masanın üzerine koymuştu kuralları,” ben “utancımı duvara asmıştım.”
“Duvarın üzerinde oturan ufaklık sizin galiba, Allah bağışlasın. Meraklı değil galiba balık tutmaya.”
…
İnsanlarla muhabbet başlatmayı huy edinmiştim utancımı duvara astığımdan beri. Ve bu Onu eğlendirirdi. Bir gün vapurda gençlerle halay çekmeyi beceremezken, hayreti kıskançlığını bastırmak için…sahi nasıl gülmüştü? Hele hele aklımda tutamadığım kelimeler için garip başka kelimeler uydurmam! Uydurduğum her kelimeyi sanki aslıymış gibi bellemeye çalışır, “vaftizledi yine” diyerek arkadaşlarımıza tekrarlardı. Karanlık iyice bastırmadan şu kahkahaları davet etsem köşeme; sınıflandırsam. Kıkırdama olanları, gözünden yaş gelene kadar, sesini kalınlaştırarak haykırdıklarını, mırıldanan gülümsemeleri. Sınıflandırırsam sonra daha rahat hatırlarım belki. Aaa, telefonda güldürmeyi çok severdim, doğru…Üşüdüm.
“İyi akşamlar; rastgele!”
Beray Aytek
Ali Rana Atılgan
25-27 Kasım 2019
Akşamüzerleri
Sirkeci